Dikkat
ettiniz mi bilmiyorum, son haftalarda televizyonlarda ve internette konut
reklamlarının görünürlüğü arttı. Bu artışın nedeni konut satışlarının düşmesi
mi yoksa reklamların satış üzerindeki etkisi mi bilmiyorum. Fakat konut
reklamlarının hayatımızın tam ortasında iz bırakmaya başladığı aşikâr.
Konut
reklamları mekânın fiziksel özelliklerinin, metrekare hesaplarının, mimari
detaylarının, konumunun yanı sıra bir ‘yaşam tarzı’ sunduğunu vurguluyor her
seferinde. Bu yaşam tarzının içinden marka çanta takan şık kadınlar, korunaklı
ortamlarda büyütülmüş çocuklar, lüks arabası ve güneş gözlüğü ile poz veren
erkekler, tüketirken mutlu olmayı başarabilen aileler yer alıyor. Spor
kompleksi, havuz, alışveriş merkezi, havalimanı gibi anahtar kelimelerle benzer
gelir gurubundaki insanlar bir arada toplanıyor. Bir bakıma ev alma komşu al
atasözü hayata geçiriliyor insanlar yıldızlı pozlarla bize sunulan sınıfa dâhil
olmak için o konutları alıyor. Sosyal ilişkilerin, akademik geçmişin ve kariyerin
yarım bırakabildiği o sosyal sınıfa ait olma hissi falanca sitede oturunca
tamamlanıyor.
Artık market
alışverişlerinizden dönerken poşetleri evinize akşam götürmeyi tercih etmiyorsunuz
çünkü komşularınız da sizinkine benzer bir hayat yaşıyor. Eski eşyalarınızı
yenilerken içinizdeki ses size hiç dur diyemiyor çünkü alt kat komşunuz
taşındığınızdan bu yana ikinci kez yenilediği eşyaları kullanıyor.
Kıyafetlerden, ayakkabılardan, yemek yenilen mekânlardan, konum güncellemeleri
ve fotoğraflarla anılarını yaşamak yerine onları dondurmayı tercih edenlerden
bahsetmiyorum bile.
Kısacası
konut reklamları tüketiciye bir hayat sunuyor ve sınıf atlamanın tüketimle
olacağına inanan ve bunun için hayatını ev kredisi, araba kredisi, alışveriş
kredisi üçgeninde geçiren ülkemizin varsıl ama yoksul insanları bu reklamların
kendisine sunduğu gibi bir hayat yaşamaya başlıyor.
Sonra
ne mi oluyor… Kapısından dilenci geçmeyen, ihtiyaç sahibi nedir bilmeyen, on
liralık ayakkabıyı okula yeni başlayacak kızına alırken on defa düşünen
babalardan habersiz çocuklar yetişiyor. Kardeşleriyle aynı odayı paylaşmaktan
bihaber olan çocuklar. Eski Türk filmlerindeki gibi her şeyin para ile satın
alınabileceğine inanan ve çocuk saflığını yaşayamadan ‘cool’ görünmenin
sancılarıyla boğuşan çocuklar. Fırında
ekmek sırası beklemenin, bakkaldan süt almanın, arkadaşları ile sokakta peynir
ekmek yemenin, toprakta yorulup eve gelmenin, paylaşmanın ve hayatın içinde
pişerek büyümenin uzağında büyüyen çocuklar. Bazı anne babalar yoksul
akrabalarının evine ziyarete götürse de o evde şahit olduklarını bir müze ziyareti
gibi algılayan çocuklar… Efsane filmlerin karton karakterleri gibi siyah ve
beyaz dışına çıkamayan çocuklar yetişiyor.
Yüksek
gelir gurubundaki insanların düşük gelir gurubuna sahipmiş gibi yaşamasını beklemiyorum.
Ya da nüfus yoğunluğunun sürekli arttığı bölgelerde ve içinde bulunduğumuz
şartlarda dikey mimariden yatay mimariye geçmenin zor olduğunun farkındayım.
Yalnızca sırf birilerine yakın olmak, onlar gibi görünmek için değerlerini
unutan anne-babalara kırgınım. Çünkü kış mevsimi gelmişken evinde yakacağı
olmayanlar, belediyeden kömür bekleyenler, çocuklarına hep başkalarının
eskisini giydiren anneler, bir portakalın kokusuna hasta olanlar, yetmiş
yaşında iki büklüm odun kıranlar hayatın içinde akıp giderken… Onlarla
elindekini paylaşmayı bilmeyen, o insanları duasına dahi katmayan çocukların
var olduğu toplumlar sosyal açıdan çok şey kaybediyor. Bir ihtiyaç sahibinin
bile yüzünü güldürmeden yaşanan hayatların bereketini kaybettiği de
örnekleriyle ortada.
Aynı
duvarın iki yanını paylaştığınız insanlara etiketleri için değil gönülden değer
verin. Gönlünüzde ve evinizde yoksullara yer açın. Merhameti
kurumsallaştırmadan yardım edin ve yardım etmeyi çocuklarınıza öğretin. 35 TL’ye
çorap almak nefsinize ağır gelmezken zor şartlarda okuyan bir öğrenci için burs
istendiğinde klasik cevaplarla geçiştirmeyin. Ya da kendi çocuğunuza dünyaları
satın almaya hazırken kimsesiz bir çocuğa 20 TL verince cüzdanınızdan çok para
eksildiğini düşünmeyin.
Evet, imkânlarınız
çerçevesinde güzel evlerde oturun, güzel mekânlarda yaşayın, gezin, yemek
yiyin. Fakat insan olmanın paylaşmaktan, paylaşarak yaşamaktan geçtiğini
unutmayın. Hayata dokunun, nefes alma duraklarınız olsun. Yaşlı bir amca evi,
bir yer sofrası, içinde yanan kömürün sesi duyulan bir soba nostalji değil
hayatı çağırsın size. Üşüyün, ağlayın, başkasının derdi ile dertlenin,
gözleriniz yaşarırken gülümseyin bir yandan… Bazen ‘Korkma, ben varım’
diyebilin ama sınıf atlarken hayatı atlayanlardan sakın olmayın.