25 Kasım 2014 Salı

SINIF ATLARKEN ATLADIKLARIMIZ


Dikkat ettiniz mi bilmiyorum, son haftalarda televizyonlarda ve internette konut reklamlarının görünürlüğü arttı. Bu artışın nedeni konut satışlarının düşmesi mi yoksa reklamların satış üzerindeki etkisi mi bilmiyorum. Fakat konut reklamlarının hayatımızın tam ortasında iz bırakmaya başladığı aşikâr.

Konut reklamları mekânın fiziksel özelliklerinin, metrekare hesaplarının, mimari detaylarının, konumunun yanı sıra bir ‘yaşam tarzı’ sunduğunu vurguluyor her seferinde. Bu yaşam tarzının içinden marka çanta takan şık kadınlar, korunaklı ortamlarda büyütülmüş çocuklar, lüks arabası ve güneş gözlüğü ile poz veren erkekler, tüketirken mutlu olmayı başarabilen aileler yer alıyor. Spor kompleksi, havuz, alışveriş merkezi, havalimanı gibi anahtar kelimelerle benzer gelir gurubundaki insanlar bir arada toplanıyor. Bir bakıma ev alma komşu al atasözü hayata geçiriliyor insanlar yıldızlı pozlarla bize sunulan sınıfa dâhil olmak için o konutları alıyor. Sosyal ilişkilerin, akademik geçmişin ve kariyerin yarım bırakabildiği o sosyal sınıfa ait olma hissi falanca sitede oturunca tamamlanıyor.

Artık market alışverişlerinizden dönerken poşetleri evinize akşam götürmeyi tercih etmiyorsunuz çünkü komşularınız da sizinkine benzer bir hayat yaşıyor. Eski eşyalarınızı yenilerken içinizdeki ses size hiç dur diyemiyor çünkü alt kat komşunuz taşındığınızdan bu yana ikinci kez yenilediği eşyaları kullanıyor. Kıyafetlerden, ayakkabılardan, yemek yenilen mekânlardan, konum güncellemeleri ve fotoğraflarla anılarını yaşamak yerine onları dondurmayı tercih edenlerden bahsetmiyorum bile.

Kısacası konut reklamları tüketiciye bir hayat sunuyor ve sınıf atlamanın tüketimle olacağına inanan ve bunun için hayatını ev kredisi, araba kredisi, alışveriş kredisi üçgeninde geçiren ülkemizin varsıl ama yoksul insanları bu reklamların kendisine sunduğu gibi bir hayat yaşamaya başlıyor.

Sonra ne mi oluyor… Kapısından dilenci geçmeyen, ihtiyaç sahibi nedir bilmeyen, on liralık ayakkabıyı okula yeni başlayacak kızına alırken on defa düşünen babalardan habersiz çocuklar yetişiyor. Kardeşleriyle aynı odayı paylaşmaktan bihaber olan çocuklar. Eski Türk filmlerindeki gibi her şeyin para ile satın alınabileceğine inanan ve çocuk saflığını yaşayamadan ‘cool’ görünmenin sancılarıyla boğuşan çocuklar.  Fırında ekmek sırası beklemenin, bakkaldan süt almanın, arkadaşları ile sokakta peynir ekmek yemenin, toprakta yorulup eve gelmenin, paylaşmanın ve hayatın içinde pişerek büyümenin uzağında büyüyen çocuklar. Bazı anne babalar yoksul akrabalarının evine ziyarete götürse de o evde şahit olduklarını bir müze ziyareti gibi algılayan çocuklar… Efsane filmlerin karton karakterleri gibi siyah ve beyaz dışına çıkamayan çocuklar yetişiyor.

Yüksek gelir gurubundaki insanların düşük gelir gurubuna sahipmiş gibi yaşamasını beklemiyorum. Ya da nüfus yoğunluğunun sürekli arttığı bölgelerde ve içinde bulunduğumuz şartlarda dikey mimariden yatay mimariye geçmenin zor olduğunun farkındayım. Yalnızca sırf birilerine yakın olmak, onlar gibi görünmek için değerlerini unutan anne-babalara kırgınım. Çünkü kış mevsimi gelmişken evinde yakacağı olmayanlar, belediyeden kömür bekleyenler, çocuklarına hep başkalarının eskisini giydiren anneler, bir portakalın kokusuna hasta olanlar, yetmiş yaşında iki büklüm odun kıranlar hayatın içinde akıp giderken… Onlarla elindekini paylaşmayı bilmeyen, o insanları duasına dahi katmayan çocukların var olduğu toplumlar sosyal açıdan çok şey kaybediyor. Bir ihtiyaç sahibinin bile yüzünü güldürmeden yaşanan hayatların bereketini kaybettiği de örnekleriyle ortada.

Aynı duvarın iki yanını paylaştığınız insanlara etiketleri için değil gönülden değer verin. Gönlünüzde ve evinizde yoksullara yer açın. Merhameti kurumsallaştırmadan yardım edin ve yardım etmeyi çocuklarınıza öğretin. 35 TL’ye çorap almak nefsinize ağır gelmezken zor şartlarda okuyan bir öğrenci için burs istendiğinde klasik cevaplarla geçiştirmeyin. Ya da kendi çocuğunuza dünyaları satın almaya hazırken kimsesiz bir çocuğa 20 TL verince cüzdanınızdan çok para eksildiğini düşünmeyin.


Evet, imkânlarınız çerçevesinde güzel evlerde oturun, güzel mekânlarda yaşayın, gezin, yemek yiyin. Fakat insan olmanın paylaşmaktan, paylaşarak yaşamaktan geçtiğini unutmayın. Hayata dokunun, nefes alma duraklarınız olsun. Yaşlı bir amca evi, bir yer sofrası, içinde yanan kömürün sesi duyulan bir soba nostalji değil hayatı çağırsın size. Üşüyün, ağlayın, başkasının derdi ile dertlenin, gözleriniz yaşarırken gülümseyin bir yandan… Bazen ‘Korkma, ben varım’ diyebilin ama sınıf atlarken hayatı atlayanlardan sakın olmayın.  

1 Kasım 2013 Cuma

PARÇALI AY TUTULMASI

Fatima… Nasıl da gülümsüyor adını söyleyip gözlerinin içine baktığınızda. Kaşıkla tek başına yemek yemeyi, yürümeyi, oyuncaklarıyla oynamayı, çiçekleri koklamayı, gök gürültüsünden korkmayı, yeryüzündeki en ferah yerin anne kucağı olduğunu yeni öğrenmiş. Aile albümünün birkaç fotoğraf karesinde kendisine yer seçmiş. İlk fotoğrafta annesine hiç bırakmayacakmışçasına sarılmış. İkincisinde babası tarafından evlerinin bahçesine kurulan salıncakta arkası dönmüş, sanki birine küsmüş. Üçüncüsünde… Aslında bütün fotoğraflarda ‘hayata son bir kez’ dercesine bakmış. Yaşadıkları öyle bir yoksulluk ki… İki yaşındaki kız çocuğunun duruşundan fotoğraflara sızmış. Ülkelerinde yaşanan iç savaş, kuraklık, ölüm korkusu, çatışma, yardım kuruluşları tarafından sefer taslarında dağıtılan çorbalar, kurşun izleriyle dolu duvarlar, çadırlarda doğum yapan kadınlar, yaprakları kurumuş ve tahtadan bir gövde ile kökleri kuruyuncaya kadar var olmaya çalışan ağaçlar, salgın hastalıklar… Tüm bu yoksulluğa rağmen hiç susmayan silahlar, elektriksiz evlerde kapanmayan telefonlar… Alnını secdeye koyup “Sen bizi sıkıntıyla, yoksullukla, hastalıkla değil Sübhanallah ile terbiye et ya Rab” diyen kadınlar… Hepsi sızmış işte topu topu üç fotoğraf karesine. Babasının kızgınlıkları, vize almak için ettiği telefonlar, ülkelerindeki tüm konsoloslukların yıllar önce kapanışı… Annesinin şaşkınlığı, halsizliği, kırgınlığı… Kuş uçmaz kervan geçmez denilen yerlerin aslında nereler olduğu… Hepsi çatal iğne ile iliştirilmiş sanki fotoğrafların iki boyutlu soğukluğuna.

İngiltere’de okumuş Fatima’nın babası. Eşini ve kızını alıp Avrupa’ya gitmek istiyor, bir türlü vize alamıyormuş. Ne kadar denerse denesin olmuyormuş işte. Gemiler karaya oturmuş ya bir kez. Ah yürümüyormuş. Nasip dedikleri buymuş işte. Dönüp dolaşıp aynı yerde bulmakmış kendini. Zamanın durmasıymış bazen. Hayatın akışına ara vermesiymiş. Ama Fatima, ama Fatima’nın annesi, ama İngiltere’den alınmış üniversite diploması, ama yaşanacak güzel günler varmış ve baba akmayan hayatı elleriyle sürüklemeye kararlıymış. Sonrası herkes için hemen hemen aynıymış.

Anne, baba ve kız… Libya’da beş yüz mülteci ile aynı teknede bulmuşlar kendilerini. Balık istifi gibi insanlar üst üste yerleştirilirken tekneye adam duraksamış bir an. Hani vazgeçtim dese, arkasına bile bakmazmış kadın. Ama Fatima… Suya bakıp gülümsemiş. Genç karı-koca kızlarının tebessümünü yol haritası bilmiş. Günler geçmiş teknede. Açlık, susuzluk, yorgunluk… Önemini kaybetmiş. Yeter ki bir gitselermiş, karaya adım atsalarmış, sahilde bir nefes alsalarmış… Mültecilerin uluslararası hakları, gittikleri ülkelerde başvuracakları merkezler, mülteci kamplarında yaşanacak birkaç yıl… Ve geri dönüş özlemi… Hepsi sıra sıra diziliyormuş gözlerinin önüne. Erkekler hayal kurmaktan, kadınlar ve çocuklar babalarının kurduğu hayali taşımaktan bitap düşmüş. Tekne İtalya yakınlarındaki Lampedusa Adasına yaklaşacakken… Limana 1 kilometreden az mesafe kalmışken… Ay tutulmuş bir anda. Fatima küçük parmaklarıyla önce ayı işaret etmiş, ardından annesinin yüzüne dokunmuş. Teknedeki yaşlılar durumu anlayıp dua etmeye başlamış.

Sabah doğru… Kıyıya yaklaştıklarını haber vermek için yaktıkları battaniye güvertedeki mazota isabet etmiş. Somalili ve Eritreli mülteciler panikleyerek teknenin diğer tarafına yığılmış. Ve alabora olan teknedeki mülteciler hayatını kaybetmiş.

Cesetler yavaş yavaş kıyıya vurmuş… Kıyıya erkeklerin, kadınların… Ah iki yaşındaki Fatima’nın cesedi vurmuş. Siyah saçları annesinin topladığı gibi hiç bozulmadan duruyormuş ve cennette çok sevdiği birini görmüşçesine gülümsüyormuş. Afrikalıların ölümlerini yalnızca istatistikî bir veri olarak gören Avrupa’nın sözde vicdanı sızlamış. Tek tek tabutlara konulmuş cesetler. Sıra sıra dizilmiş. Mültecilerin cebinden aileleriyle, arkadaşlarıyla çekilmiş fotoğraflar, hatıra niyetine saklanmış mektuplar çıkmış. Mültecilerin cebinden Afrika kıtasının hayal kırıklıklarının faturası çıkmış. Beş yüz ölüm, beş yüz acı, beş yüz geride bırakılmış hayat orada bulunan herkesin kalbine ağır gelmiş.

Fatima’nın tabutunun önüne oyuncak bir bebek koymuşlar. Ve ajanslara not düşmüşler: “Evet önünde bulunduğumuz tabut iki yaşında bir kız çocuğuna ait. İtalyanlar, derin üzüntülerini tabutun önüne koydukları oyuncak bebekle ifade etmiş.”

GAZZE ŞERİDİ: KÜRESEL DÜNYAYA ALLAH’LA MÜTTEFİK OLMA DERSİ


“Kimsesiz hiç kimse yok
 Kimsenin var kimsesi
 Kimsesiz kaldım
 Yetiş ey kimsesizler kimsesi”
    Siyonizm… Ayakları nasırlaşmış Türkiye’nin hissettiği ilk acı…
    Altmışların ortası… Siyonizm ilk kez bir tehdit olarak algılanıyordu ülkemizde ve ülkemizin dünya perspektifinde. Çünkü o döneme kadar akademinin, siyasetin ve halkın birinci vazifesi rejimin geleceğini korumak, insanları komünist-antikomünist ya da laik-anti laik gibi tasniflerle ayıklamaktı(?). Çünkü darbelerin gölgesinde kalan dış politika hep birilerine emanet edilmiş ve emanetçiler rüzgârın estiği yönde eğilimlerini şekillendirirken müttefikin adı bazen ABD, bazen İngiltere, bazen Almanya olmuştu. Zaten demokratikleşme süreci de sırf NATO ve benzeri kuruluşlara üye olmak için hızlandırılmıştı. Çünkü hilafeti daldığı uykudan uyandırma korkusu Doğu, özellikle de Ortadoğu ülkeleriyle ilişkileri geçici süreliğine(!) dondurulmuştu. Çünküsü yoktur aslında… Türkiye’nin ayakları Müslüman kardeşinin ayağına batan iğneyi hissedemeyecek kadar nasırlaşmıştı. Taşlar yerli yerindeymiş, sular hep böyle sakin akacakmış gibi dururken ve demir perde korkusuna yüzümüz hep Batı’ya dönmüşken… “Kahrolsun Siyonizm” başlıkları atılmaya başlandı birdenbire. Sağdaki gençlik hareketleri sistemin içinde kendi kendisine yol açarken, Milli Türk Talebe Birliği, Yeniden Milli Mücadele Birliği gibi teşkilatlanmalarla kadrolar oluşturulurken, diğer İslam ülkelerinde fikirler ve olaylar Yüksek İslam Enstitülerinin hep çeviri kokan toplantılarında konuşulmaya başlanmışken… Kahrolsun Siyonizm sözleriyle dünyayı bekleyen yeni tehlike tanımlanmıştı. İşte tam da bu dönemde Filistin Direniş Örgütü kurulmuş… Siyonist tehditler ve alınması gereken tedbirler bu dönemde konuşulmuş… Filistin halkı için yapılacak duanın adı tam da bu dönemde konulmuştu. Mısır’da, İran’da, Pakistan’da Müslümanlar yeniçağın laneti olarak adlandırdıkları Siyonizm hakkında yazmış, çizmiş, konuşmuş ve önce Müslüman kardeşlerini sonra batılı ülkeleri bu konuda yeni açılımlar yapmaya davet edilmişti… Mitinglerde, ciddi ve önemli toplantılarda, uluslar arası İslam şuaralarında hep “Kahrolsun Siyonizm” sözü altı çizile çizile, büyük ve hassas vurguların netliğiyle yinelenmişti.
     Arun Aleykum
     Filistin artık Türkiye’de ve dünyada muhafazakâr kesimlerin davasıydı… Çarşaflı kadınların, sakallı erkeklerin, attığı her taşta “Allahu Ekber” diyen çocukların haklarını savunmak ne Birleşmiş Milletlerin, ne Dünya Bankası yetkililerin ne de Asya ve Avrupa ülkelerinin yıllarca ilgisini çekmemişti. Pek çok şey gibi halkların kardeşliği de konu Müslümanların özgürlüğü olunca dünyanın kabul gördüğü barikatlara takılmış… Konu Filistin olunca koca koca akademisyenler “İsrail’i haklı bulmuş”… Filistin olunca konu “Onlar önce Hamas’a mı destekleyecekler, El Fetih’i mi bir karar versinler” cümlesiyle temize çekilmişti mazeretler. 1968 de Filistin Kurtuluş Örgütünün Kurulmasından 11 Eylül saldırılarına kadar geçen süreçte, batıda ‘müslüman terörist’ tanımlamaları hep Filistin örneği üzerinden tartışılmıştı. Hayata devam etmek için güvenliğin her şeyin önüne geçtiği ülke, militarist eğilimleri, İsrail askerlerine taş atan çocukları, “Vatanım için, Mescidi Aksa için hiç olmazsa ölürüm” düşüncesiyle intihar bombacısı olmak isteyen genç kadınları nedeniyle hep suçlanmıştı. Sanki İsrail dünya barışı için bir tehdit değilmiş gibi… Sanki havadan atılan bombalar sivil halkı vurmuyormuş, Mescid-i Aksa topraklarında, Kudüs’te, Gazze’ de hayat normal seyrinde devam edebiliyormuş gibi… Sanki kendisini siper eden babalara rağmen çocuklar vurulmuyormuş ve dünya ‘Arun Aleykum’ diye bağıran küçük kızların âhıyla sarsılmıyormuş gibi… Dünyanın savaşçı, asi ve hırsın çocuğu ilan edilmişti Filistin.
     Filistin’de yoksulluk sınırından açlık sınırına…
     Batının yardımdan men ettiği, doğunun karışık gündeminde yer açamadığı Filistin-İsrail hattında yaşananlar satır aralarına, manşet gerilerine gizlenmişti sessizce. Allah’ın davası salonların, meydanların ve bir ideolojinin davası gibi deklare edilmiş… Filistin’in dul kalmış kadınlarına, balarının siperine rağmen sokakta can vermiş çocuklarına… Açlık, hastalık ve ekonomik ambargolarla ölümü en temiz kurtuluş olarak gören yaşlılarına ağıt yakmak isteyenler de hep susturulmuş, hep hor görülmüş, önemsenecekler hanesinden silinmişti bir kalem darbesiyle. Öyle ya İsrail ABD himayesinde günden güne büyüyordu. Öyle ya, reel sektörün pek çok alanında alternatifi olmayan bir dev haline geliyordu… Silah sanayinden medikale, tarımdan teknolojiye Nazi katliamlarının da etkisiyle Yahudi olmayan herkesi bir gün karşısına alabilecek konuma gelmek için her şeyi göze almıştı…  Müslüman ülkeler İsrail ile anlaşmalar imzalıyor, inanan(?) kullarının İsrail firmalarına hayranlığı artıyordu. Hal böyle iken kim küresel dünyaya meydan okuma pahasına Allah’la müttefik olma yolunda Filistin davasında ‘taraf’ olmak isteyecekti? Kim Akabe Biatı’ndaki gibi “İnandık ve bu yolda başımıza gelene razı olduk” diyecek cesareti kendisinde buluyordu? Sahi kim dünyanın hedefini terk etmeyen okçuların omzunda döndüğüne inanıyordu?
     İsrail: Kapalı cezaevi yöneticisi
     Tam kırk yıldır saldırılar, sözde güvenlik önlemleri, ekonomik ambargolar, iç ve dış tehditler arasında yaşayan Filistinliler 2008 yılının sonuna doğru önce karanlığa gömüldü. Ülkede temel ihtiyaç maddesi olan ekmek üretimi durdu. Mısır üzerinden gelmesi beklenen yardımların önü uluslar arası anlaşmazlıklar yüzünden kesildi. Hayata devam edebilmenin ayda en az beş yüz dolara mal olduğu ülkede yaşam standardı yoksulluk sınırından açlık sınırına indi.
     2009 başlarında Gazze İsrail’in kapalı cezaevi haline geldi. Sözde sığınılacak bir avuç toprak bulmak için Avrupa’dan Ortadoğu’ya getirilmiş İsrailliler artık yedi yüz bin değil sekiz milyon nüfusa sahipti ve bırakın Filistin’i tüm Arap dünyasını karşısına alacak kadar güçlü olduğuna inanmaktaydı. Altı aylık ateşkes sürecinde bile barışın defalarca bozulduğu söylentilerinin arasında Filistinlilerden “Kendilerinin hizmetçisi olmalarını, göç etmelerini ya da merhametini kaybetmiş yedi milyar dünyalının gözleri önünde orantısız güç kullanımıyla ölmelerini” istiyordu.
     Tebbet duası, yağmur ve bir çocuk mezarlığı…
     Bu gün Filistin’de bir halk gözler önünde katledilirken; kreşler, hastaneler, üniversiteler bombalanırken… Nefes almanın dahi hayati tehlike arz ettiği ülkede açlık, hastalık, ölüm ve “ya topraklarımızı kaybedersek” korkusu etrafı sarmışken… Aslında dünyanın merhameti hizaya çekiliyor. Sanki İsrafil Sur’a üflemek için zaman kolluyor da son bir hamleyle kimlerin Allah’ın müttefiki olduğunu yeniden gözden geçiriyor. Siyonizm’i ve İsrail’i kınayan kalabalıkların arasında, mitinglerde dua anne babasının yanında her çocuk biraz da Aksa oluyor sanki. Sanki dünyanın kör seyircilerinin arasında Aksa, Gazze, Kudüs ve Hayfa için birileri usul usul Tebbet okuyor. “(O) ceza gününün malikidir” ayeti sabah namazının ardından Gazze Şeridinden dünyaya bir yol haritası çıkartıyor. Ancak o yolda yürüyenler anlıyor şehitlerinin ardından “Allah azze ve celle” diyen Filistinli kadınları… Yağmur kadar gözyaşının da yeri ve göğü yıkadığı anlarda bir çocuk mezarlığına dönüyor Gazze.
   Korkuyorum, yerler ve gökler merhametsizlikten kuruyacak bu gidişle!
   Biz bu sahneleri Bosna-Hersek’te, Kosova’da, Çeçenistan’da ve Irak’ta da yaşamıştık demeye dilim varmıyor. “O Filistin halkı ki Allah’la küresel söylemlerin ortasında Allah’la müttefik olma şerefiyle veriyor mücadelesini, peki ya biz?” sorusuna verilecek cevapları duyacak gücü kendimde bulamıyor… Yerlerin ve göklerin merhametsizlikten kuruyacağı korkusuyla geceleri gözümü kapatamıyorum. İşgali, savaşı ve şimdi de katliamı sırasıyla gören Gazze’ de kitaba inen ayetlercesine dua, yardım ve kurtuluş müjdesi inmesini bekliyorum.
    Gören bir çift göz…

    Komplo teorilerinin, suçlamaların, soykırımları resmi ideoloji yangınlarına kurban edenlerin ve Filistin davasında taraf olmaktan korkanlar dünyasında, Allah’tan yalnızca hakikati gören bir çift göz olmayı diliyorum. Dünyanın yanılmalar ve saptırmalarla dolu tarih yazıcılığında, yeryüzünün ancak hakikati gören gözlerle azad olacağına inanıyorum. 

Aylık Kadın Dergisi TURUNCU, Ocak 2009