Fatima… Nasıl da gülümsüyor adını söyleyip gözlerinin
içine baktığınızda. Kaşıkla tek başına yemek yemeyi, yürümeyi, oyuncaklarıyla
oynamayı, çiçekleri koklamayı, gök gürültüsünden korkmayı, yeryüzündeki en
ferah yerin anne kucağı olduğunu yeni öğrenmiş. Aile albümünün birkaç fotoğraf
karesinde kendisine yer seçmiş. İlk fotoğrafta annesine hiç
bırakmayacakmışçasına sarılmış. İkincisinde babası tarafından evlerinin
bahçesine kurulan salıncakta arkası dönmüş, sanki birine küsmüş. Üçüncüsünde…
Aslında bütün fotoğraflarda ‘hayata son bir kez’ dercesine bakmış. Yaşadıkları
öyle bir yoksulluk ki… İki yaşındaki kız çocuğunun duruşundan fotoğraflara
sızmış. Ülkelerinde yaşanan iç savaş, kuraklık, ölüm korkusu, çatışma, yardım
kuruluşları tarafından sefer taslarında dağıtılan çorbalar, kurşun izleriyle
dolu duvarlar, çadırlarda doğum yapan kadınlar, yaprakları kurumuş ve tahtadan
bir gövde ile kökleri kuruyuncaya kadar var olmaya çalışan ağaçlar, salgın
hastalıklar… Tüm bu yoksulluğa rağmen hiç susmayan silahlar, elektriksiz
evlerde kapanmayan telefonlar… Alnını secdeye koyup “Sen bizi sıkıntıyla,
yoksullukla, hastalıkla değil Sübhanallah ile terbiye et ya Rab” diyen
kadınlar… Hepsi sızmış işte topu topu üç fotoğraf karesine. Babasının
kızgınlıkları, vize almak için ettiği telefonlar, ülkelerindeki tüm
konsoloslukların yıllar önce kapanışı… Annesinin şaşkınlığı, halsizliği,
kırgınlığı… Kuş uçmaz kervan geçmez denilen yerlerin aslında nereler olduğu…
Hepsi çatal iğne ile iliştirilmiş sanki fotoğrafların iki boyutlu soğukluğuna.
İngiltere’de okumuş Fatima’nın babası. Eşini ve kızını
alıp Avrupa’ya gitmek istiyor, bir türlü vize alamıyormuş. Ne kadar denerse
denesin olmuyormuş işte. Gemiler karaya oturmuş ya bir kez. Ah yürümüyormuş.
Nasip dedikleri buymuş işte. Dönüp dolaşıp aynı yerde bulmakmış kendini.
Zamanın durmasıymış bazen. Hayatın akışına ara vermesiymiş. Ama Fatima, ama
Fatima’nın annesi, ama İngiltere’den alınmış üniversite diploması, ama
yaşanacak güzel günler varmış ve baba akmayan hayatı elleriyle sürüklemeye kararlıymış.
Sonrası herkes için hemen hemen aynıymış.
Anne, baba ve kız… Libya’da beş yüz mülteci ile aynı
teknede bulmuşlar kendilerini. Balık istifi gibi insanlar üst üste
yerleştirilirken tekneye adam duraksamış bir an. Hani vazgeçtim dese, arkasına
bile bakmazmış kadın. Ama Fatima… Suya bakıp gülümsemiş. Genç karı-koca
kızlarının tebessümünü yol haritası bilmiş. Günler geçmiş teknede. Açlık,
susuzluk, yorgunluk… Önemini kaybetmiş. Yeter ki bir gitselermiş, karaya adım
atsalarmış, sahilde bir nefes alsalarmış… Mültecilerin uluslararası hakları,
gittikleri ülkelerde başvuracakları merkezler, mülteci kamplarında yaşanacak
birkaç yıl… Ve geri dönüş özlemi… Hepsi sıra sıra diziliyormuş gözlerinin
önüne. Erkekler hayal kurmaktan, kadınlar ve çocuklar babalarının kurduğu
hayali taşımaktan bitap düşmüş. Tekne İtalya yakınlarındaki Lampedusa Adasına
yaklaşacakken… Limana 1 kilometreden az mesafe kalmışken… Ay tutulmuş bir anda.
Fatima küçük parmaklarıyla önce ayı işaret etmiş, ardından annesinin yüzüne
dokunmuş. Teknedeki yaşlılar durumu anlayıp dua etmeye başlamış.
Sabah doğru… Kıyıya yaklaştıklarını haber vermek için
yaktıkları battaniye güvertedeki mazota isabet etmiş. Somalili ve Eritreli
mülteciler panikleyerek teknenin diğer tarafına yığılmış. Ve alabora olan teknedeki
mülteciler hayatını kaybetmiş.
Cesetler yavaş yavaş kıyıya vurmuş… Kıyıya erkeklerin,
kadınların… Ah iki yaşındaki Fatima’nın cesedi vurmuş. Siyah saçları annesinin
topladığı gibi hiç bozulmadan duruyormuş ve cennette çok sevdiği birini görmüşçesine
gülümsüyormuş. Afrikalıların ölümlerini yalnızca istatistikî bir veri olarak
gören Avrupa’nın sözde vicdanı sızlamış. Tek tek tabutlara konulmuş cesetler. Sıra
sıra dizilmiş. Mültecilerin cebinden aileleriyle, arkadaşlarıyla çekilmiş
fotoğraflar, hatıra niyetine saklanmış mektuplar çıkmış. Mültecilerin cebinden
Afrika kıtasının hayal kırıklıklarının faturası çıkmış. Beş yüz ölüm, beş yüz
acı, beş yüz geride bırakılmış hayat orada bulunan herkesin kalbine ağır
gelmiş.
Fatima’nın tabutunun önüne oyuncak bir bebek koymuşlar.
Ve ajanslara not düşmüşler: “Evet önünde bulunduğumuz tabut iki yaşında bir kız
çocuğuna ait. İtalyanlar, derin üzüntülerini tabutun önüne koydukları oyuncak
bebekle ifade etmiş.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder